







Burada Çok Şey Değişti! | Balıkesir’de Askıda Gıda

Bizi Bağlayan Şeyler Özel Desteği | 4 Adımda Bilgi Sistemini Kullanmak

BERABER | Emre Gür & Itır Erhart

BERABER | Ayşe Çamkıran & Adem Arkadaş Thibert

Bizi Bağlayan Şeyler Özel Desteği | Bilgilendirme Toplantıları
SİVİL PORTRELER

Muğla Engelsiz Yaşam Platformu Sivil Düşün desteğiyle örgütleniyor

Agora Derneği Suriyeli mültecilerin durumunu incelemek üzere Lübnan’daydı

BM Engelli Hakları Komitesi 21. oturumunda ‘Türkiye’de engelli hakları’ konusu tartışıldı
Muğla Engelsiz Yaşam Platformu Sivil Düşün desteğiyle örgütleniyor
Muğla Engelsiz Yaşam Platformu 19-20 Nisan 2019 tarihlerinde gerçekleştirdiği toplantıda, örgütlenme çalışmalarını #SivilDüşün desteğiyle tamamladı. Platform adına Engelim Olmayın Derneği’nin hazırladığı basın bültenini aşağıda bulabilirsiniz:
“Muğla Engelsiz Yaşam Platformu Örgütlenme çalışması tamamlandı.”
“Engellilerin sorunlarının çözüme ulaştırılması ve daha erişilebilir bir Muğla yaratmak amacıyla Engelim Olmayın Derneği olarak Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı Örgütlenme Desteğine başvuruda bulunduk. Başvurumuz 2019, Şubat ayında kabul oldu. Proje ortağımız Muğla Büyükşehir Belediyesi ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ”Muğla Engelsiz Yaşam Platformu” çalıştayı 2 günlük yoğun katılımla tamamlandı.”
“Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı finansmanı ile 19-20 Nisan tarihleri arasında Muğla Büyükşehir Belediyesi ortaklığında engellilerin sorunlarının çözüme ulaştırılması ve daha erişilebilir bir Muğla yaratmak amacıyla ”Muğla Engelsiz Yaşam Platformu” örgütlenme çalışması yapıldı.
İl genelinde engellilik konusunda çalışan derneklerin ve kamu kurum temsilcilerinin yer aldığı 2 günlük çalıştay sonunda ‘Muğla Engelsiz Yaşam Platformu’ kurulması ortak bir kararla kabul edildi. Platform içerisinde oluşturulan Eğitim ve Aile Sorunları, Toplumsal Algı Boyutunda Engellilik Kavramı, Erişilebilirlik ve Ulaşım Sorunları, Sağlık-Spor ve Beslenme Sorunları, İstihdam-Sosyal Güvenlik- Vergi Avantajları ve Engelli Turizmi, Hak Savunuculuğu-İstismarın Engellenmesi ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Gücü konularında gruplar kuruldu ve sivil toplum örgüt temsilcilerinin bu konularda örgütlenerek sorun çözümünde itici güç olması kararı alındı.
Çalışmanın koordinatörlüğünü yapan Engelim Olmayın Derneği Başkanı Dilek Dündar; ‘Çalıştaya katılımın bu kadar yoğun olması oldukça memnuniyet verici. Engellilik konusunda çalışma yapan kamu kuruluşlarının tamamı neredeyse katıldı. İlimizde faaliyet gösteren engelli derneklerinin de hepsi burada. Kamu ve STÖ’ler işbirliği içerisinde çalışırlarsa, engelsiz bir Muğla hedefimize en kısa sürede ulaşabiliriz’ dedi.”
Agora Derneği Suriyeli mültecilerin durumunu incelemek üzere Lübnan’daydı
Agora Derneği #SivilDüşün desteğiyle Lübnan’daydı. Dernek, Suriyeli mültecilerin; özellikle de kadın, çocuk ve LGBTİ+ grupların durumunu inceleyerek Türkiye’de benzer gruplarla neler yapılabileceğiyle ilgili bilgi alışverişinde bulundu. Agora Derneği’nin Lübnan ziyaretine ilişkin hazırladığı rapordan satır başlarını ve raporun tam metnini aşağıda bulabilirsiniz:
Lübnan’da mültecilerin tarihi
Agora Derneği raporda Lübnan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1943 yılından bu yana, ülkede bulunan mültecilerin tarihini özetliyor. Ülkede en yoğun nüfusa sahip Filistinli mültecilerin hem sosyo-ekonomik yapısı hem de Lübnan toplumundaki yeri hakkında özet bilgiler veriyor.
Lübnan’da mülteci mevzuatı
Derneğin ülkede yer alan mültecilerle ilgili öncelikli verileri derlediği mevzuat bölümünde, çalışma izinlerinden ikinci nesil mültecilerin doğumdan gelen haklarına kadar çeşitli konularda bilgiler yer alıyor.
Mülteciler için kamu hizmetleri
Kamusal hizmetler bölümünde, Lübnan’ın hem vatandaşları hem de mülteci gruplar için sunduğu hizmetlerin kısa bir incelemesi var. Derneğin araştırmasına göre, “Kamusal hizmet ağının iyi yapılanmadığı, kamusal hizmetlerin 90’lı yıllardan itibaren büyük oranda özel sektöre ve yerel birliklere devredildiği Lübnan’da mültecilerin yanı sıra nüfusun en yoksul kesimlerinin de kamusal hizmetlere erişimi oldukça kısıtlı.”
Kadın, çocuk ve LGBTİ+ mülteci grupları
Agora Derneği’nin incelediği en önemli konulardan birisi de anahtar mülteci grupları. Zorla evlendirmeler, ayrımcılık pratikleri ve Lübnan yasaları önünde dezavantajlı grupların konumu bölümün dikkat çeken alt başlıklarından.
Agora Derneği’nin hazırladığı raporun tam metnini görüntülemek için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:
https://sivildusun.net/wp-content/uploads/2019/04/Agora-Derneği-Lübnan-Raporu.pdf
BM Engelli Hakları Komitesi 21. oturumunda ‘Türkiye’de engelli hakları’ konusu tartışıldı
Samsun Engelliler Federasyonu, #SivilDüşün desteğiyle Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Komitesinin 21. oturumuna katılmak üzere Cenevre’ye seyahat etti. Engelliler Konfederasyonu, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği gibi sivil toplum örgütleriyle bir arada oturuma katılan Federasyon, Türkiye’de engelli haklarıyla ilgili gelişmelerin tartışıldığı ilk dört gün temaslar gerçekleştirdi. Samsun Engelliler Federasyonunun ziyarete ilişkin haberini ve Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi (CRPD) Türkiye STK Gölge Raporu bağlantısını aşağıda bulabilirsiniz:
“Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Komitesinin 21. Oturumu”
“Engelli STK’lar 11-14 Mart tarihlerinde yapılan Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Hakları Komitesi’nin 21. Oturumu için İsviçre’ye gitti.”
“Cenevre kentindeki BM merkezinde dört hafta sürecek ve toplamda on üç ülkenin görüşüleceği 21. Oturumun ilk dört gününde Türkiye’deki engelli hakları ele alındı. Bu oturumun özelliği; BM Engelli Hakları Sözleşmesi’ndeki yükümlülük gereği BM Engelli Hakları Komitesi’ne resmi Ülke Raporu’nu hazırlayıp sunan hükümetler ile, yine Sözleşmeden doğan haklarını kullanarak Komiteye gölge rapor gönderen sivil toplum örgütlerini bir araya getirmesi.
Engelli Hakları Komitesi, Türkiye’nin resmi raporunu değerlendirmesi sonucunda eksik ve sorunlu bulduğu alanlara ilişkin çok kapsamlı bir soru listesi hazırlamış, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı da bu sorulara yazılı yanıt vermişti. Bu süreçte Türkiye’de engelli hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinden gölge raporlar da Komiteye gönderilmişti. Samsun Engelliler Federasyonu olarak Engelliler Konfederasyonu koordinasyonunda geçtiğimiz yılın temmuz ayında 19 STK’nın katılımıyla düzenlediği atölye çalışmasını takiben ayrıntılı bir gölge rapor hazırlayıp Komiteye sunmuştu.
Hak mücadelesini uluslararası alana taşıyarak BM insan hakları mekanizmalarına etkin katılımı teşvik etmek adına önemli olan bu girişim Komite tarafından da çok olumlu karşılanmış ve Konfederasyon ile Komite geçen eylülde video konferans aracılığıyla özel bir görüşme gerçekleştirmişti.”
Samsun Engelliler Federasyonu Sivil Düşün desteğiyle Cenevre’deydi
“Samsun Engelliler Federasyonu 11.03.2019 tarihinde başlayan 21. Oturum için 10.03.2019 tarihinde Sivil Düşün Programının mali desteği ile Cenevre’deki BM merkezine gitti. Birleşmiş Milletlere engelli hakları alanında danışmanlık yapan Uluslararası Engelliler Birliği’nin (IDA) teknik desteğini alan Federasyon ekibi burada hem Komite üyeleriyle tanışıp etkili bir savunuculuk ve lobicilik yaptı hem de diğer ülkelerden gelen STK temsilcileriyle deneyim paylaşma şansı buldu.
11 Mart Pazartesi günkü açılış ve hazırlık toplantısının ardından 12 Mart Salı sabahı Engelliler Konfederasyonu Başkanı Avukat Turhan İçli, Samsun Engelliler Federasyonu başkanı Mehmet Akbulut, Türkiye Engelsiz Yaşam Sosyal Hizmet Vakfı (TEYVAK) Yönetim Kurul Üyesi ve Konfederasyonun danışmanı Ayşe Sarı ve Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği temsilcisi Anıl Gencelli, 13 Mart Çarşamba günü Eşit Haklar İçin İzleme Derneği Genel Koordinatörü Nejat Taştan oturumlarda birer konuşma yaptılar. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin engellilik danışmanı Victoria Lee ile bir araya gelindi. Bu buluşmayı, Komite’nin ülke raportörleri Imed Chacker ve Laszlo Lobascy ile yapılan özel toplantı izledi. 13 Mart Çarşamba günü Komite Türkiye’den giden resmi heyeti dinledi.
Resmi heyette Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü yetkilileri ve uzmanlar başta olmak üzere 20’nin üzerinde katılımcı vardı. Sivil toplum örgütlerini ise 21. Oturumda Engelliler Konfederasyonu, Samsun Engelliler Federasyonu, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Sağlık Hizmetleri Sendikası, Türkiye Spina Bifida Derneği, Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği, , Samsun Engelli Kadın Derneği ve İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği temsil etti.
Gölge Rapora buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.”
HAKİM ile çalışmalarını ve Sivil Düşün destekli ziyaretlerini konuştuk
Sivil Düşün’ün, Türkiye’de hayvan haklarına dikkat çekmek ve sivil toplumda alana dair yürütülen çalışmaları tanıtmak amacıyla başlattığı #BirlikteYaşıyoruz kampanyası çerçevesinde HAKİM (Hayvan Hakları İzleme Komitesi) ile konuştuk. Sivil Düşün ile Hareketlilik ve Ağ Oluşturma Desteği kapsamında Lüksemburg ve Hollanda’da sivil toplum örgütleri ile görüşmelerde bulunan HAKİM’in Türkiye’de hayvan hakları alanındaki yasal mücadelesi devam ediyor.
HAKİM’in çıkış noktasını anlatır mısınız?
Burak Özgüner: 2014 senesinde, Hayvanları Koruma Kanunu’nun değişikliğini öngören yasa tasarısı, parlamentoda esas ihtisas komisyonu olan Çevre Komisyonu’nda tartışılırken, komisyon toplantılarına sivil toplumun aktif katılımı için yoğun bir mücadele verdik. Bu, sanırım Türkiye siyasî tarihinde, sivil toplumun, yasama sürecine en geniş şekilde katılım sağladığı yasama çalışmasıydı.
Komisyon görüşmelerinde, daha önce aşina olduğumuz söylemlerle karşılaşmıştık. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı, bakanlık bürokratları ve komisyon üyelerinin büyük bir çoğunluğu, cinsel şiddetten işkenceye, hayvan hakları ihlâllerinin “münferit” olaylar olduğunu, toplumdaki bir takım “hasta”, “sapık”, “psikopat” insanların bu hak ihlâllerini gerçekleştirdiğini iddia ediyordu. Hayvan hakları savunucuları olarak, hayvanlara yönelik zulmün sistematik olduğunu anlatmak için çok çabaladık ancak bu çabalarımız ne yazık ki yasa tasarısına büyük ölçüde yansıyamadı. Bürokratlar da parlamenterler de toplumun büyük bir çoğunluğu gibi, hayvan hakları denilince, sadece kent hayvanlarını düşünüyorlardı. Hâlbuki hayvan hakları ihlâlleri, çok geniş bir yelpazede ve akla hayale gelmeyecek şekilde, son derece vahim koşullarda gerçekleşiyor.
Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) olarak, hayvan haklarını kedi-köpeğe indirgemiş olan toplumsal algıyı kırmak; hayvan hakları ihlâllerinin “münferit” değil, sistematik, planlı vakalar olduğunu hem resmî otoritelere hem de topluma istatistik verileriyle gösterebilmek için hak ihlâllerini raporlamaya başladık.
HAKİM Hayvan Hakları ihlâlleri Raporu, dört ana hak ihlâli kategorisinde, kedisinden tilkisine, sığırından tavuğuna, arısından kaplumbağasına, koyunundan böceğine, tür ayırt etmeksizin hayvanların haklarının nasıl gasp edildiğini içeriyordu. HAKİM 2016 Hayvan Hakları ihlâlleri Raporu’nu tamamladığımızda, biriken toplam, oluşan tablo dudak uçuklatan cinstendi. Raporumuzun, hayvanlara yönelik hak ihlâllerinin aslında bir soykırım olduğunu net bir şekilde gösterdiğini düşünüyorum.
Ayrıca, raporlama ve izleme çalışmasını sürdürürken, kimse tarafından dile getirilmeyen, yaşam hakları yok sayılan, kolayca gözden çıkarılan hayvan gruplarına özellikle ağırlık verdik. Raporlamaya başladığımız günlerde, Türkiye’de maalesef çatışma ve savaş koşulları hüküm sürüyordu. Çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde, insan hakları ihlâllerine endişe, üzüntü ve öfke ile tanık olurken hayvanların da savaş ve çatışma koşullarından tıpkı insanlar gibi etkilendiğini; yaşam hakkı, beden dokunulmazlığının ihlâli, şiddetsiz/barışçıl bir ortamda, işkence görmeden yaşama, temiz su ve gıdaya erişim gibi haklarının gasp edildiğini gördük. Çatışmaların en şiddetli olduğu bir dönemde, kısıtlı imkânlar ile çatışma koşulları altında yaşam mücadelesi veren hayvanlara mama bıraktık, polisin izin verdiği alanlarda, zorunlu göçe tâbi tutulmuş sokak hayvanlarının yaşamlarını kolaylaştırmaya ve tüm olup biteni raporlamaya çabaladık. O dönem tanık olduklarım, hayatımın sonuna kadar unutamayacağım anılar olarak belleğimde kalacak. Ağırlık verdiğimiz başka bir konu da bölgede tırmandırılan savaş koşulları sebebiyle yaşam hakları gasp edilen, yaşam alanları talan edilen, korkunç ekolojik yıkım nedeniyle zorunlu olarak göçe maruz bırakılan yaban hayvanları idi. Tüm bunlar yaşanırken, orada hayvan koruma, ekoloji mücadelesi veren gruplarla tanıştık, birlikte neler yapabileceğimizi tartıştık. Gözlemlerimiz, aktarımlarımız, savaşın, çatışmanın, bunlar nedeniyle yaşanan ekolojik tahribat ve yıkımın sadece insanları değil, hayvanları ve doğayı da feci şekilde etkilediğini birçok mecrada gündem hâline gelmesini sağladı.
Başarılı olduğumuzu da düşünüyorum çünkü basın, Sivil Düşün’ün desteğiyle raporlayabildiğimiz hak ihlâllerine hâlâ yer veriyor. Milletvekilleri, hem raporladığımız hak ihlâllerini hem de devlet kurumlarından binbir güçlük ile bilgi edinme hakkı kapsamında elde ettiğimiz verileri hâlâ kullanıyor; güncel verilere ulaşmak için bizimle iletişime geçiyorlar.
Son olarak, hayvan hakları ihlâllerini raporlamak, izlemek ve bu ihlâllerin yaptırımla sonuçlanmasını sağlamak üzere yola çıktığımız Hayvan Hakları İzleme Merkezi çalışmamız, Hayvan Hakları İzleme Komitesi’ne dönüştü. HAKİM’in ağ oluşturma, birçok sivil toplum kuruluşu ile organik ilişkiler, stratejik ortaklıklar kurma çabaları devam ediyor.
Hayvan hakları konusunda Türkiye’deki mevcut durumu kısaca özetleyebilir misiniz?
Burak Özgüner: Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı gibi, Türkiye’de de maalesef hayvan haklarından bahsedemiyoruz. İşkencenin, toplu katliamların, cinsel şiddetin, esaretin, sürgünün, soykırımın olduğu bir ortamda, bir haktan bahsetmek ne yazık ki mümkün değil.
Hayvanların hakları konusunda, Türkiye’nin karnesi, Avrupa Birliği ülkelerine nazaran oldukça zayıf. Evet, Türkiye’de Hayvanları Koruma Kanunu diye bir yasa var ancak bu yasa, 15 senedir yürürlükte olmasına rağmen ne hayvanları ne de onların haklarını koruyabiliyor. Türkiye’nin ulusal mevzuatını, AB ülkeleri ile kıyasladığımızda, en büyük eksikliğin mevzuatın yaptırım kısmı olduğunu görüyoruz. Örnek vermem gerekirse 2018’de, sokakta yaşayan bir hayvana işkence ya da tecavüz edildiğinde, bunun cezası sadece 625 TL idarî para cezasıydı. Bu ceza, taksitlere bölünebiliyor, ilk 15 gün içerisinde ödenirse çeyrek oranda indirime gidiliyor. Bunları geçtim, işkenceci ve tecavüzcüler bu cezaları ödemedikleri takdirde, hürriyeti bağlayıcı ya da mal varlığına tehdit oluşturabilecek herhangi bir tedbir ile de karşılaşmıyorlar. Hayvanları Koruma Kanunu’na muhalefet edildiği gerekçesi ile uygulanan idarî para cezalarının ne kadarının tahsil edilip edilmediği ne Tarım ve Orman Bakanlığı, ne de Maliye Bakanlığı biliyor. Bu tür bilgileri de düzenli olarak devlet kurumlarından almak için başvurularda bulunuyoruz. Bu bilgilere dayanarak, idarî para cezalarının tamamen göstermelik olduğunu söyleyebilirim. Her şey bir yana, işkencenin, tecavüzün cezası para cezası olamaz, olmamalı. Kimin hakkını gasp ettiğine bakılmaksızın, işkenceciler, tecavüzcüler ve katillerin toplumdan kesinlikle izole edilmesi gerekmekte. Çünkü yaşam hakkı, her birey için aynı derecede önemli. Kimsenin, bir başkasının yaşam hakkını gasp etme gibi bir hakkı olamaz, olmamalı.
İkinci bir utanç duyulması gereken hukukî durum ise Türk Ceza Hukuku sisteminde, yurttaşların gözetimindeki, koruması altındaki hayvanların “mal” olarak tanımlanması. Türk Ceza Kanunu’nun 151. maddesinin ikinci fıkrasına göre, mevzuat nezdinde “sahipli hayvan” olarak tanımlanan hayvanların öldürülmesi ya da bu hayvanlara zarar verilmesi fiili “mala zarar” olarak tanımlanıyor. Hisseden, doğuştan gelen hakları olan, yenidoğan bebekten, üç yaşındaki çocuktan hiçbir farkı olmayan hayvanlar, Türkiye’de, 21. yüzyılda “mal” olarak tanımlanıyor. Hayatımızı, evimizi paylaştığımız hayvanlara sandalye, masa muamelesi yapılması, yaşadığımız çağda bir utanç kaynağı olmalı. Bu yaklaşım, Türkiye’nin bir ayıbı ve bu ayıba bir an evvel son verilmeli.
Türkiye’de de diğer ülkelerde de hayvan haklarının yok sayıldığından bahsetmiştim. Tüm dünyada hayvanat bahçeleri, hayvan deneyleri, mezbahalar, süt/yumurta üretim tesisleri, avcılık, devletlerin desteği ve şirketlerin kontrolünde yasal bir şekilde sürdürülüyor. İnsanın, kendisini diğer türlerden üstün tutması ve bu yaklaşımla kendisinden farklı gördüğü canlılar üzerinde her türlü tasarruf hakkını kendinde görmesi olarak tanımlayabileceğimiz türcülük, bugün dünyayı yaşanılamaz, adaletsiz, soykırımın normalleştirildiği bir gezegen hâline getirmiş durumda. Türcülüğün kardeşi diyebileceğimiz insan merkezcilik de doğayla insandan farklı olan hayvanları alabildiğince yok ediyor, hayvan türlerinin korkunç bir hız ile yok olduğuna her gün tanık oluyoruz. Böyle bir ortamda ve ideolojik olarak türcülüğün, insan merkezciliğin benimsendiği, yadırganmadığı bir çağda, hayvan haklarından bahsedemeyiz.
Son yıllarda, etik tartışmalar ile “hayvan özgürlüğü” düşüncesinin gelişmeye başlaması ile bazı ülkelerde yunus parklarının, hayvanlı sirklerin yasaklandığını, hayvan deneylerinde kısıtlamalara gidildiğini, mezbaha gibi soykırım merkezlerinde “ağrısız/acısız” (?) kesim/öldürme tekniklerinin benimsendiğini görüyoruz. Biz, HAKİM olarak, hayvan özgürlüğü düşüncesini sahipleniyoruz ve yaşamlarımızı, ilişkilerimizi, iletişimimizi de mümkün olduğunca şiddetsiz bir şekilde kurmak için çabalıyoruz. İçinde işkencenin, hak gasbının, ölümün, şiddetin olduğu bir yerde hayvan haklarının olamayacağını, sadece hayvan refahı olabileceğini söylüyoruz. Hayvan refahı, özellikle AB ülkelerinde benimsenmiş olan, hayvanların “insanî” koşullarda sömürülmesini salık veren bir yaklaşım. Örneğin yumurta tavuklarının daha geniş kafeslerde barındırılarak sömürülmeleri, hayvan deneylerinde “gerekmedikçe” hayvanlara şiddet uygulanmaması ya da en az sayıda hayvanın deneylerde kullanılması gibi uygulamalardan bahsediyorum. Hayvan refahı, eminim hayvanların daha az stres altında yaşamaları açısından hayvanlar açısından önemlidir ama sonunda ölüm olan ya da bir takım hayvanların feda edilip diğerlerinin de zamanı geldiğinde gözden çıkarıldığı bir yaklaşımı asla kabul edemiyoruz. Eğer hayvanların haklarını savunuyorsak, en temel hakların başında yaşam hakkı geliyor ve hayvanların bedenine ya da yaşamlarına müdahale etme hakkını kendimizde görmüyoruz. Hayvan hakları mücadelesinin uzun soluklu bir mücadele olduğunun farkındayız; adına “kazanım” diyemeyeceğimiz adımlar, bizi tatmin etmiyor olabilir ancak hayvanlar için çok önemli belki, bunu bilemeyiz.
TBMM’de Hayvan Hakları ihlâlleri İzleme Komisyonu kurulması için çalışma yürüttüğünüzü biliyoruz. Sizce Türkiye’de hayvan hakları konusunda atılması gereken adımlar neler?
Fatma Biltekin: 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu 15 senedir yürürlükte. Bu süreçte hak ihlâllerinin yasadaki ceza karşılığı utanç verici olsa da bu cezalar bile bazen zorla, bazen hiç uygulanmıyor. Kanunun değiştirileceği haberi ilk 2011 yılında geldi ve 2011 yılından beri yasanın hayvanların lehine değiştirilmesi için uğraşıyoruz ancak yasa koyucular, sivil toplumun taleplerine tamamen kulaklarını tıkıyor. Hayvanların yaşadıkları ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan bürokratlar, hayvanların yaşam hakları konusunda kanun çalışması yürütüyorlar, milletvekilleri de son sözü söylüyorlar. Yasa şu hâliyle yaptırımla sonuçlanma ve kapsam konusunda oldukça yetersiz. Yasa, insan menfaati için kullanılan hayvanları tamamen yok sayarken, yaşamını önemsediğini belirttiği sokak hayvanlarına karşı işlenen suçları bile sadece idarî para cezası ile cezalandırıyor.
Yasa her gündeme geldiğinde 6. madde de tabii ki gündeme geliyor. Madde eğer hayvanların aleyhine bir şekilde değiştirilirse yakında sokakta hayvan göremeyebiliriz. 6. madde, “Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır” diyor. Öncelikle bu maddeye kesinlikle dokunulmaması gerekiyor. Sokak hayvanları yaşadıkları, bildikleri sokaklara geri dönmeliler; dağ başlarına atılmaları, bilinmeze gönderilmeleri onlar için sefalet içinde kısa bir hayat ve acı dolu bir ölüm demek. Yüzyıllardır bizimle şehirlerde yaşayan ve binlerce yıl önce insan menfaati için evcilleştirilen sokak hayvanlarına karşı olan sorumluluğumuzu görmezden gelemeyiz.
Türkiye’de 2004 yılından önce, hayvanları korumaya yönelik bir yasa yoktu; “sokak hayvanı sorunu” 2004 yılından önce “itlaf ekipleri” tarafından çözülüyordu. Çoğumuz hatırlar, belediye ekipleri sokak ortasında sokak hayvanlarını öldürürlerdi. 2004 yılında yasa çıktıktan sonra itlaf ekipleri dağıtıldı, aslında dağılmadı tabii ki sadece isimleri değişti ve “toplama ekibi” oldu. Yasa hayvanları öldürmeyi yasaklıyordu ama bir Türkiye gerçeği olan denetimsizlik ve bir günde belediyelerin hayvana bakışlarının değişme ihtimalinin olmaması, hayvan katliamlarının dağ başlarına, şehrin uzak bölgelerine yani gözlerden uzak yerlere taşınması anlamına geldi. Sokak hayvanlarının hakları çoğu belediye tarafından sistematik olarak gasp ediliyor. Yükümlülüklerini yerine getirmemeleri başlı başına bir sorunken bir de sokak hayvanlarını belediyelere karşı korumamız gerekiyor. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen belediyelere bazı cezalar verilmeli, verilen cezalar halkın vergilerinden oluşan belediye bütçesinden değil, ihlâli yapan kişi tarafından ödenmeli, belediyelere karşı denetimler sıkılaştırılmalı ve gerçek denetimler yapılmalı ve tabii ki belediyelerin bütçeleri şeffaf olmalı.
Sadece Türkiye için değil, bütün dünya için hayvanların yaşamları adına yapılması gereken çok büyük değişiklikler var. Türkiye’de ve dünyanın hemen hemen her yerinde mezbahalar, süt ve yumurta üretim tesisleri, deney merkezleri, yunus parkları, avcılık, taşımacılık için hayvan kullanımı, petshoplar, üretim çiftikleri, sirkler, kürk üretim tesisleri var yani hayvanın her alanda sömürülmesi hâlâ yasal. Öncelikle hayvanların mal değil, duyguları olan canlılar olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bütün dünya olarak hem hayvanları hem de dünyayı bitiren bu zulüm döngüsünü önce fark etmemiz, sonra kırmamız gerekiyor. Başka türlü dünya rahat bir nefes alamayacak.
Burak Özgüner: Bakanlıklarda, parlamentoda hayvanlar için verdiğimiz mücadele, dışarıdan görülmeyebilir ya da etkisiz görülebilir ancak içeride öyle bir mücadele veriliyor ki bunu, bu mücadelenin içinde olmayan kolay kolay anlayamayabilir ya da göremeyebilir… Hayvandan yana saf tutan, hayvanları önemseyen herkesin şunu anlaması gerekiyor: Karşımızda sokakta bir tek hayvan dahi bırakmak istemeyen, kötücül ve örgütlü bir güç var! 1910 Hayırsızada Sokak Köpeği Soykırımı’ndan bu yana, devlet geleneğinde ne yazık ki hiçbir değişim yok. Değişim olsaydı bugün sokak hayvanlarının da onları korumaya çalışan insanların da durumu çok farklı olurdu. Bireysel ya da kurumsal, hayvanları korumaya çalışan insanların, karşımızda nasıl bir muhatabın olduğunu iyi analiz etmesi gerekiyor. Bu durum tespitini yapamadığımız ve hayvan hakları konusunda, en azından müşterekte, stratejik ortaklıklar geliştirmediğimiz sürece, her zaman olduğu gibi, olan yine hayvanlara olacak. Türkiye’deki hayvan hakları hareketi, bu gerçeği görmek ve hayvanlar için hak mücadelesinde birleşmek zorunda… Biz bunu, zor da olsa Hayvan Hakları Yasama İzleme Delegasyonu’nda yaptık, yapabildik. Uzun yıllar hayvan hakları konusundaki fikir ayrılıkları yüzünden yan yana gelemeyen birçok insan, hayvanlar için birçok tehlikeyi, tehdidi barındıran bu yasa yapım sürecinde bir araya geldi; buna mecbur olduğumuzu hissettik ve harekete geçtik.
Evet, kurulması için TBMM’de grubu bulunan tüm siyasî partilere aralıklarla çağrılarda bulunduğumuz hayvan hakları ihlâlleri ile ilgili araştırma komisyonu nihayet kuruldu. Bu araştırma komisyonu, apayrı gündemleri olan; çoğu, hayvanları umursamayan vekilleri, onların gözünün içine baka baka bilgilendirdiğimiz, kendi partilerinin yönettiği belediyelerin sokak hayvanlarına uyguladığı zulmü teşhir edeceğimiz bir platform olacak, olmalı en başta. Vekiller, parlamentoda yaptığımız sunumlarda gösterdiğimiz videoları, ya izleyemediler, ya izlerken mideleri bulandı, ya da gözleri doldu. Bu araştırma komisyonu, aynı zamanda bir “vicdan muhasebesi komisyonu” olacak. Bu yüzden, hayvanların derdini anlatmak ve yakında gündeme gelecek yasa teklifini mümkün olduğunca hayvanlar lehine dönüştürmek için var gücümüzle, bıkmadan usanmadan çalışmaya devam etmeliyiz. Bu araştırma komisyonu çalışmalarını tamamladığında ise parlamentonun vicdanı ortaya çıkacak. Araştırma komisyonu, bir anlamda turnusol kâğıdı görevi görecek. Elimizden geleni yaparken, yasa yapmakla görevli olan vekillerin vicdana sahip olup olmadıklarını da göreceğiz.
Yararlandığınız Sivil Düşün desteğini kısaca anlatır mısınız?
Fatma Biltekin: 2016 yılında Türkiye’de tür ayırt etmeksizin hayvan hakları ihlâllerini raporlamak için Sivil Düşün desteği aldık. Bu destek sayesinde 2016 yılı boyunca aylık raporlar yayınladık ve yıl sonunda yıllık raporu yayınlayarak çalışmamızı bitirdik. Türkiye’de bir ilk olan bu çalışma çok fazla mecrada kullanıldı. Raporlamayı yaparken ulaşabildiğimiz kadar sayıya ulaşmaya çalıştık ancak tabii ki bu mümkün olmadığı için bu sayıların “en az” olduğunu sıkça belirttik. Buna rağmen 2016 yılında yaşanan yaşam hakkı ihlâli 1.156.407.473 idi. Bildiğimiz bir gerçeği bu şekilde kanıtlamış olduk ama bu veri yine de bizi şok etti. Sivil Düşün’den aldığımız destek ile basın toplantılarımızı düzenlediğimiz salonun kirası, HAKİM’in web sitesinin tasarımı ve web sitesi ile ilgili hosting/domain ücretleri, sokak hayvanlarının yaşamlarının çatışma koşullarından nasıl etkilendiğini gözlemlemek ve bölgedeki oluşumlarla görüşmek için Diyarbakır’a yaptığımız çalışma ziyaretlerinin ulaşım giderleri, raporlamada görev alan aktivistlerin uzman giderleri gibi ihtiyaçları karşıladık.
2017 yılında, her sene Lüksemburg’da düzenlenen “International Animal Rights Conference”a konuşmacı olarak katıldık ve Zülâl Kalkandelen ile Türkiye’deki hayvan hakları konusunda katılımcıları bilgilendirmeyi amaçlayan bir sunum yaptık. 2016 yılında açık kaynak olarak yayınladığımız “Çocuklar İçin Türcülük ve Hayvan Hakları Atölye Modeli”nin hazırlama ve uygulama aşamasında edindiğimiz deneyimleri paylaşmak için “Reaching Young People” atölyesine katıldık ve burada yine bir sunum yaptık.
Konferansın bitiminden sonra Hollanda’ya gittik, Eyes On Animals, Party For The Animals ve Ongehoord ile görüşmeler yaptık. Eyes On Animals hayvan refahı üzerine çalışan bir kurum, Türkiye’deki mezbahalar üzerine de oldukça yoğun çalışıyorlar. Hayvan taşımacılığı esnasında sınırlarda yaşanan hak ihlâlleri de belgeliyorlar. Görüşme esnasında Türkiye’deki mezbahalar ile ilgili gözlemlerini birinci ağızdan dinleme ve kaydedilen ihlâlleri izleme şansımız oldu. Party For The Animals ile de parti olmanın getirileri, bugüne kadar neler yaptıklarını, parlamentoda nasıl 5 sandalye elde ettiklerini konuştuk.
Lüksemburg’daki konferansa katılımımız ve Hollanda’ya gerçekleştirdiğimiz çalışma ziyaretleri için Sivil Düşün’den ulaşım, vize, konaklama, harcırah destekleri aldık.
Burak Özgüner: Lüksemburg’da katıldığımız Uluslararası Hayvan Hakları Konferansı sayesinde transnasyonel aktivist iletişim ağımızı genişlettik. Konferansa dair izlenimlerimi Sivil Sayfalar için kaleme almıştım, bu konudaki yazım buradan okunabilir.
Eyes On Animals, Türkiye’de erişilmesi oldukça zor olan mezbaha gerçekliğine dair görüntüleri bizlerle paylaştı. Biz de bu videoları, diğer hayvan hakları kuruluşları ile paylaştık; yayınlanan videolar,, büyük bir izolasyon altında olan mezbahaların içinde hayvanlara nasıl bir işkence ve ölüm yaşatıldığını gözler önüne serdi.
Bu röportaj vesilesi ile Sivil Düşün’e bir kez daha teşekkür ediyorum. Sivil Düşün Yardım Masası ve teknik destek ekibi, çalışmalarımızı sorunsuz bir şekilde tamamlamamız konusunda oldukça çabaladılar.
Lüksemburg ve Hollanda’da ziyaret ettiğiniz örgütlerle buluşmanın sonuçlarını bizimle paylaşabilir misiniz? Ziyaretler yeni ortaklıkların olanağını yarattı mı?
Fatma Biltekin: Lüksemburg’da yapılan buluşmaya dünyanın her yerinden hayvan hakları aktivist katıldı, konferans boyunca bu aktivistlerin çoğu ile birebir ilişki kurma şansımız oldu, çoğunun iletişim bilgilerini aldık. Konferansta tanıştığım bir aktivisti bir sene sonra Berlin’de ziyaret ettim ve birlikte bir “vegan sanctuary” ziyareti gerçekleştirdik. Geçtiğimiz aylarda konferansta tanıştığım Brezilya’da yaşayan gazeteci, hayvan hakları aktivisti Gabriela Martins Dias ile hazırladığı radyo programı için bir röportaj gerçekleştirdim.
Hollanda’da görüştüğümüz Eyes On Animals ekibi ile, 2018’de, İstanbul’da buluştuk. Eyes On Animals, hayvan refahı üzerine çalıştığı için birlikte çalışma ihtimalimizin olmadığını çalışma ziyaretimizde kendilerine ifade etmiştik. Türkiye’de birlikte çalışabilecekleri HAYKONFED (Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu) ve çiftlik hayvanları ile ilgili çalışan Türk-Alman Üniversitesi’nden öğretim görevlisi Engin Arıkan ile Eyes On Animals’ı İstanbul’daki görüşmede buluşturduk. Bundan sonrası için Eyes On Animals ile ilişkimiz sadece bilgi paylaşımına dayalı olarak devam etti.
Party For The Animals, Lahey’de ve Beyrut’ta düzenlediği uluslararası hayvan hakları konferanslarına HAKİM’i de davet etti. HAKİM adına buluşmaya Bağımsız Hayvan Hakları Topluluğu’ndan Zülâl Kalkandelen katıldı ve etkinlik dönüşü deneyimlerini bizimle paylaştı. Party For The Animals ile güncel bilgi paylaşımımız, ihtiyaç halinde, halen devam etmekte.
Ziyaret ettiğiniz örgütlerin çalışmalarından hareketle; Türkiye’de benzer olarak uygulamak istediğiniz bir model var mı?
Fatma Biltekin: Türkiye’nin politik durumundaki çalkantılar sürekli yeni mücadele yöntemleri aramamıza sebep oldu, olmaya da devam ediyor. Bu yüzden yeni mücadele yöntemlerini öğrenmek, aktivistlerin deneyimlerini dinlemek bizim için büyük bir önem taşıyor. Konferansta dinlemekten en keyif aldığım konuşma “Nonhuman Rights Project” idi. İnsan dışı hayvanların haklarını yasalar nezdinde mahkemeler aracılığıyla nasıl kazanılabileceği konusundaki umudumuz arttı.
Hayvan hakları alanında çalışanlara yönelik ne gibi önerilerde bulunmak istersiniz?
Burak Özgüner: Türkiye’de hayvanları koruma ve hayvan hakları alanlarında faaliyet gösteren yüzlerce STÖ var. Bu oluşumların büyük bir kısmı, yüklü tedavi giderlerinin altında ezilmiş durumdalar. Çoğu, üyelerinin ve gönüllülerinin desteğiyle bu hayvanların giderlerini karşılamaya çalışıyor. Bu STÖ’ler, aktivist ve gönüllüler, devletin yapması, hayvanlara sunması gereken hizmeti sağlıyorlar, dolayısıyla hak mücadelesine ağırlık verilemiyor. Sokaklardan kurtarılan hasta, kazazede hayvanların yanında, bir de belediyelerin elinden hayvanları kurtarmaya çabalıyoruz. Belediyelerin toplama kamplarına giren sağlıklı hayvan, şanslı ise ölmüyor ama hasta olarak bu toplama kamplarında çıkıyor. Belediyeler, tedavilerini asla karşılamak istemedikleri hayvanları gönüllülere teslim etmemek için büyük bir direnç gösteriyor. Kendi aciziyetlerini, gönüllüler üzerinde üstünlük, hâkimiyet kurmaya çalışarak kapatmak istiyorlar maalesef. Bu tablo, hayvanları koruma ve hayvan hakları alanlarında çalışan sivil toplumun özeti aslında. Tedavi, pansiyon, ameliyat gibi binlerce lira tutan giderleri, etkin bir iletişim, bağış stratejisi kurmadan karşılamak mümkün değil. Bu yüzden bizim alanda çalışan kuruluşların, bu stratejileri belirleyerek hareket etmesi ve gönüllü kadrolarını genişletmesi gerekiyor. HAKİM de dâhil olmak üzere STÖ’lerin bu konularda bir stratejisi yok. Sivil toplum kuruluşlarımızın kapasitelerini güçlendirmemiz şart.
STÖ’lerin çoğu, dediğim gibi, hayvan koruma ve kurtarmak için tüm insan gücünü ve bütçesini kullandığından, sıra hak mücadelesine gelemiyor. Bir taraftan da STÖ’ler, nasıl hak savunusu yapacaklarını bilmiyorlar. Hukukî danışmanlık alamadıkları için, örneğin herhangi bir konuda ya da hak ihlâline karşı yaptıkları suç duyurusu takipsizlikle sonuçlandığında ne yapacaklarını, nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini bilmiyorlar. Hayvanları kurtarmanın yoğun temposu içerisinde, bu tip başvurular takip dahi edilemiyor. Yine aynı kapıya çıkıyoruz, kapasitelerimizi geliştirmek… Çoğu STÖ, nereden, ne şekilde faydalanacağını; kime, nasıl danışması gerektiğini bilmiyor. Verdiğimiz mücadeleyi önemsiyorsak artık bunları öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimizin deneyimlerinden faydalanmak zorundayız. Bunları yapamadığımız sürece, Türkiye’nin her gün, hızla gelişen gündeminde, hayvan haklarını gündemleştirmemize imkân yok. Hayvan hakları mücadelesi verenler olarak, hak ihlâlleriyle mücadele etmenin yanında, kendi gündemimizi de belirlemeli, oluşturabilmeliyiz.
Son olarak, kamudan en öncelikli beklentiniz nedir?
Burak Özgüner: Kamu, sivil toplum ile işbirliği ve iletişime açık olmalı. Şu anda kamu-STK ilişkileri arasında koca bir uçurum var. Karar alma, müzakere, istişare, katılım, çoğulculuk gibi kavramlar, hayvan koruma ve hayvan hakları mücadelesi veren STÖ’lere de kamuya da oldukça yabancı.
Kamunun vermesi gereken hizmeti, STÖ’ler üstlendiği için tam anlamıyla bir sivil toplum hareketinden de bahsedemiyoruz. Eğer kamu kendi yükünü, STÖ’lerin üzerine yıkmaya devam edecekse sivil toplumu da desteklemeli. Ama destekten çok, köstek olarak karşımıza çıkıyor kamu.
Hayvan hakları ihlâllerinin çoğu, denetimsizlik, keyfiyet ve cezasızlıktan kaynaklanıyor. Bunların ortadan kalkması için sivil toplumun denetim görevini yerine getirmesi şart. Kamu, sivil toplum ile barışmak için bir adım atmalı. Bu, her iki tarafın menfaatine sonuçlanır.
Engelli Eğitim, Kültür, Sağlık, Spor Vakfı Sivil Düşün desteğiyle Almanya ve Makedonya’daydı
Engelli Eğitim, Kültür, Sağlık, Spor Vakfı Almanya ve Makedonya’da, benzer alanlarda çalışan kurumları Sivil Düşün desteğiyle ziyaret etti. Zihinsel Engelli Bireylerde Mesleki Eğitim ve İstihdam Modelleri Araştırması’nı Hareketlilik ve Ağ Oluşturma Desteği ile ziyaret ettikleri kurumlarla görüştüler.
Sivil Düşün Hareketlilik ve Ağ Oluşturma Desteği kapsamında gerçekleştirilen etkinliğin birinci ayağında Almanya’da Lebenshilfe Nürnberg, Nürnberg Türk-Alman Engelliler Entegrasyon Derneği, Reha&Care Service, ikinci ayağında Makedonya’da Republic Center for Helping Persons with Mental Handicap, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı, European Voluntary Educational Center ve Centre for Helping Persons with Mental Handicap kurumları ziyaret edildi. Engelli Eğitim, Kültür, Sağlık, Spor Vakfı ile aldıkları Sivil Düşün desteği ve ziyaretlerine dair konuştuk.
- Engelli Eğitim, Kültür, Sağlık, Spor Vakfı’nın çıkış noktasını ve kuruluş amacını anlatır mısınız?
Vakfımız Türkiye’de var olan engelli sorunlarını ve yapılan uygulamaları bilen engellilik alanında tecrübeli kişiler tarafından 2013 yılı sonunda kurulmuştur. Vakfımızın kuruluş amacı; dezavantajlı birey sınıfında yer alan engelli bireylerin topluma kazandırılması ve eşit vatandaşlık haklarından yararlanmasına katkı sağlamak için çalışmalarda bulunmaktır. Günümüzde özellikle kısıtlı imkânlarla hizmet vermeye çalışan STK’lar için proje odaklı çalışmalarla bütünleştirici bir rol oynamayı hedeflemektedir. 2014 yılında Antalya şubesi açılarak kurumsal kapasite güçlendirilmiştir.
- Yararlandığınız Sivil Düşün desteğini kısaca anlatır mısınız?
Kurumumuz engelli bireylerin istihdamı yönünde çalışmaları bulunmakta Türkiye’de engelli bireyler için var olan yasal düzenlemeleri takip etmektedir. Engelli istihdam süreçlerini yürüterek yaklaşık 100 engelli bireyin istihdamına destek sağlamıştır. İstihdamda yaşanılan sorunları tespit etmiş, farklı ülke uygulamaları ile ülkemizde kalıcı istihdama katkı sağlamak için farklı ülke uygulamalarını yerinde incelemek ve ülkemizde bu durumu karar yapıcılarla paylaşmak ve iyi uygulamaları transfer etmek amacıyla Sivil Düşün Hareketlilik ve Ağ Oluşturma Desteği kapsamında ”Zihinsel Engelli Bireylerde Mesleki Eğitim ve İstihdam Modelleri Araştırması: Almanya ve Makedonya Çalışma Ziyareti” projemizi oluşturduk.
- Ziyaret ettiğiniz örgütlerle çalışmanın sonuçlarını bizimle paylaşabilir misiniz? Ziyaretler yeni ortaklıların olanağını yarattı mı?
Bu konu kapsamında Almanya ve Makedonya’da engelli bireylerin mesleki eğitimi ve istihdamı ile ilgili kurum ve kuruluşlar, Makedonya’da Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığı ile (Bakan ve Bakan Yardımcısı) görüşmelerde bulunarak iki ülke arasında işbirliği için vakıf Şubesinin Makedonya’da açılması için ön hazırlık yaptık. Önümüzdeki günlerde Makedonya Bakanlığının şube için bir yer tahsis etmesi ile Makedonya şubemizi açacağız.
- Ziyaret ettiğiniz kurumların çalışmalarından hareketle; Türkiye’de benzer olarak uygulamak istediğiniz bir model var mı?
Ülkemizde Zihinsel engelli bireyler için oluşturulmuş ”Korumalı İşyeri ” mevzuatı var ancak yeterli finansmanla desteklenmediğinden özel sektör tarafından tercih edilmemekte, STK’lar ise bütçeleri kısıtlı olması nedeni ile bu modeli yürütmekte zorlanmakta ve işyerlerini bir süre sonra kapatmak durumunda kalmaktadır. Bu ziyaretlerimiz sonucunda iki ülkede uygulanan sistemi inceleme fırsatımız olmuştur. Önümüzdeki günlerde Antalya ilinde pilot bir uygulama ile bu işyeri örneğini gerçekleştirmeyi düşünmekteyiz.
#SivilPortreler Yaşar Seyman
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı, yeni dönemi için yaptığı sivil toplum danışma toplantılarında ortaya çıkan ihtiyaçlara göre, 2016-2018 dönemi boyunca Sivil Düşün desteklerinden sayısal ve oransal olarak daha az faydalanmış olan bölge, STÖ ve çalışma alanlarını öncelikli olarak desteklemeyi hedefledi. Yeni döneminde sendikaların öncelik tanınan sivil toplum örgütleri arasında yer aldığı Sivil Düşün, Etkinlik/Toplantı, Örgütlenme, Hareketlilik ve Ağ Oluşturma, Savunuculuk ve Kampanya ile İletişim başlıkları altında, 5000 Avroya kadar olan çalışmaları destekliyor.
Sivil Düşün destekleriyle, sendikaların kamu ve özel sektörle diyaloğunu geliştirmek üzere Kopenhag Kriterleri’nin uygulanması, mevzuatın güçlendirilmesi ve Avrupa Komisyonu 2017-2018 İlerleme Raporları’nda sendikalar hakkında belirtilen ihtiyaçların karşılanması amaçlanıyor. Sendikalar başlığında, işçi, işveren ve kamu sendikalarının üye politikalarının geliştirilmesi, sendikalaşma konusunda toplumu bilgilendirmesi, sektörel araştırmaların yapılması, kayıt dışı istihdamın azaltılması, işyeri ve çalışan güvenliğinin artırılması, vb. amaçlara katkı sunan çalışmalar desteklenecek.
Türkiye’de sendikaların ve sendikacılığın durumunu, Sivil Düşün desteklerinin sendikalara olası faydalarını konuşmak üzere Türkiye’nin ilk kadın sendika yöneticilerinden Banka – Finans ve Sigorta iş kolunda örgütlü BASİSEN‘in Ankara ve Orta Anadolu Bölge Başkanlığı’nı yapmış, ‘Avrupa’nın Başarılı Kadın Sendikacısı Ödülü’nün sahibi Yaşar Seyman’a kulak verdik:
Bize sendikacılık hayatınızın nasıl başladığını anlatır mısınız?
Bizim kuşak kendisini 78’liler diye adlandırıyor. 78 kuşağı toplumsal bilinç düzeyi yüksek bir kuşak olduğu için öğrencilik yıllarımızda işçi sınıfına ve sendikalara sempati ile bakıyorduk. Sendika grevlerine, 1 Mayıslara işçi olmadan o heyecanla koşuyorduk.
Sendikal dünyayla 1976 yılında İş Bankası’nda çalışma yaşamına başlayarak tanıştım. O yıllarda İş Bankası çalışanları, işyeri sendikası olan TİBAŞ üyesiydi. 1979 yılında işçilerin oyuyla sendika temsilcisi seçildim. 1982 Anayasası sonrası Banka ve Sigorta iş kolunda örgütlenen BASİSEN Ankara ve Orta Anadolu sekreteri olarak; 1986 yılında iş yerimden ayrılıp tam gün sendikacılık yapmak için profesyonel sendikacı oldum. 1989 yılında BASİSEN sendikasının Ankara ve Orta Anadolu Bölge Kongresi’nde başkanlığa seçildim.
Sendikal yaşama yüzde doksan erkeklerin oyuyla önce temsilci sonra da başkan seçildim. Erkeklerden daha çok çalışan kadınların haklarını savundum. 90’lı yıllarda gelişen ‘kadın hareketi’ nedeniyle çalışan kadının sesi oldum. Öyle ki; ikinci kez başkan adayı olduğumda, erkek arkadaşlarıma seslenerek: “Arkadaşlar, sizden daha fazla çalışan kadınların sesi oldum. Bu benim bilinçli tercihimden çok, bana kendiliğinden yüklenen bir görev, daha doğrusu sorumluluk oldu, bundan mutluyum.” dedim. Sendikacılıkla yetinmeyerek sorunları köşe yazıları yazarak kamuoyu ile paylaştım.
Sendika temsilcisi olduktan sonra, çalışan kadınların haklarına karşı gösterdiğim duyarlılık, adımın sendika ve kadınlarla birlikte anılmasına da neden oldu. Bu konudaki birikimlerimi, “Kadın ve Sendika” isimli bir kitap yazarak kamuoyu ile paylaştım. Sendikal yaşamda kadınları öncelemem erkeklerden de onay aldı. Kadın sendikacı olarak özverili çabalarım, çalışmalarım, uluslararası alanlarda ülkemi temsilim Avrupa ülkelerinde de fark edildi. On yedi milyon üyeli Uluslararası Sendikalar Ağı Global Union (UNI) tarafından Avrupa’nın en başarılı kadın sendikacısı seçildim. Ödülümü 23 Nisan 2007 yılında Yunanistan’ın başkenti Atina’da aldım. Türkiye’de ödülle ilgili gazete haberi yapılırken, başlığı atmam istendi: “Ankara’dan Atina’ya,” dedim. Aynı yıl Almanya’nın Duisburg kentinde 1 Mayıs mitinginde konuşma yaptım. O yıllarda 1 Mayıs henüz ülkemizde yasal bayram olarak kabul edilmemişti (1 Mayıs 2007). Bilim insanlarını, uzmanları dinlediğim sendikal eğitimler sırasında, gün geldi öğrenci oldum. Emek hareketini, çalışma yaşamını, kadın haklarını anlattığım eğitimlerde, üniversitelerde ise gün geldi öğretmen oldum.
Banka, Finans ve Sigorta İşçileri Sendikasında yıllarca bölge başkanlığı yapmış birisi olarak bize Türkiye’de sendikaların güncel durumunu kısaca değerlendirebilir misiniz?
Türkiye eski ve köklü bir sendikal geleneğe sahip bir ülkedir. İlk işçi örgütlenmeleri Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte sendikal yapılar da var ancak o günlerin savaş koşulları nedeniyle bunlar yasal kabul edilmiyor. Yasal olarak sendikaların kurulması, tüm dünyada 2. Dünya Savaşının ardından başlayan demokratikleşme süreciyle birlikte oluyor. 1946 yılında yapılan bir yasa değişikliğiyle “sınıf esasına dayanan” oluşumlara izin veriliyor. O nedenle Türkiye’de “46 Sendikacılığı” diye bir kavram hep vardır.
1946 yılından sonra hızla örgütlenmeye başlayan işçiler önce sendikal birlikler kuruyorlar. Ancak henüz grev ve toplu sözleşme hakkı yok. Bu hak 1961 Anayasası ile tanınıyor. 1960’lı yıllar örgütlenmelerin arttığı, 1970’li yıllar ise sendikal mücadelenin, grevlerin, kitlesel gösterilerin yoğunlaştığı dönemler.
Türkiye’de sendikacılığın kaderini değiştiren ise, kuşkusuz 12 Eylül askeri darbesi oluyor. Bundan sonra yapılan anayasa ve çıkarılan yasalarla sendikal hak ve özgürlükler ciddi bir biçimde budanıyor, hak arama yolları kısıtlanıyor.
Bizim kuşak sendikal uğraşa darbe anayasası ile başladı. Sendikacı büyüklerimiz bize bu yasalarla sendikalarda ancak bekçilik yapılır onu da onurlu yapın dediler. O yıllarda sloganımız: “örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmalıyız.” Onlarca yıl sonra aynı istek daha da yaşamsal olarak sürüyor.
1982 Anayasası’na karşın; ‘89 Bahar Eylemleri’, ‘Büyük Zonguldak Yürüyüşü’, ‘Tekel Direnişi’ gibi büyük işçi eylemlerinde yer almanın onurunu taşıyorum.
Bugün Türkiye’de sendikal hareket 12 Eylül’ün yarattığı karmaşadan henüz kurtulmuş görünmüyor. Örgütlenme olanakları çok kısıtlı ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması için mücadele ediliyor. Sendikalara üye olmak demek işten atılmakla eşdeğerdir.
Beyaz yakalılar, mavi yakalılar, evde çalışan yakasızlar bir de metal yakalılar geliyor. Ne yazık ki mavi yakalı emekçilerin yalnızca yüzde 15’i sendikalıdır.
Geriye kalanlar sefalet ücretine mahkûm bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Özellikle son 15 yılda, AKP hükümetinin baskıcı politikaları sonucunda sendikalar tam anlamıyla sinmiş durumdalar. Hak aramanın, sokak eylemlerinin, grevlerin neredeyse “terörizm” olarak görüldüğü bir dönemi yaşıyoruz. Sendikalar hak ve özgürlükleri geliştirmek bir yana mevcudu korumanın yollarını arar hale geldiler. Son 15 yılda ülkede en önemli grevler Bakanlar Kurulu tarafından erteleniyor. Hiç alakası olmayan konularda bile ulusal güvenlik bahane ediliyor.
Kadınlar adeta çalışma yaşamında tuzak torba yasalarla uzaklaştırılıyor.
Kamuda çalışan beyaz yakalıların örgütlü olduğu sendikalar ise tam anlamıyla hükümetin ya da iktidar partisinin yan kuruluşu gibi davranıyor. Hükümetin işçi sınıfı aleyhine getirmek istediği düzenlemelere bile destek veriyorlar.
Bu noktada, sendikal harekete eleştiriler yapmak gerekli. Sendikal hareket böylesi bir dönemde birlikte davranmak, örgütsüz emekçileri örgütlemek ve daha da güçlenmek yerine birbirlerinin işyerlerine saldırmak gibi son derece yanlış bir tutum içindeler. Tepkisini iktidara ve onun yanlış uygulamalarına topyekûn olarak yöneltemeyen sendikalar, adeta hınçlarını birbirlerinden almak istiyorlar. Aynı konfederasyon çatısı altındaki sendikalar bile birbirleriyle uğraşıyor.
Bir başka eleştiri konusu ise, sendikacıların yaşam biçimlerine ilişkindir. Sendikacılar sık sık basına malzeme olarak çalışanlar nezdinde itibar kaybediyorlar. Bu da sendikaları güçsüzleştiren önemli unsurlardan biridir.
Öyle bir noktaya gelindi ki sendikacılar sadece öldürülmeleri ile gündem olabiliyorlar.
Bir kadın hakları aktivisti ve Türkiye’nin ilk kadın sendikacılarından biri olarak, kadınların sendikalardaki varlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kadınların sendikalarındaki varlığını yeterli görmüyor ve çok üzülüyorum. Cumhuriyet’in 75 yılında 75. Kadından emeği temsil eden biri olarak ödül aldığımda sorumluluğumun ne denli büyük olduğunu gördüm. Öyle bir süreçten geçiyorduk ki hem sendikayı hem de toplumsal yaşamdaki kadını anlatmak konumundaydım.
Yılların emek temsilcisi olarak sendikal mücadelede gördüm ki, 21. yüzyılda bile “eşit işe eşit ücret, çalışma saatlerinin kısaltılması” istemi sürüyor. Çünkü iletişim devriminin yapıldığı dünyada ülkemizin çalışan kadınını şöyle tanımlamak isterim: İki işverenli, ( ev – iş) iki mesaili,(ev-iş) dört vardiyalı ( ev, eş, çocuk, iş) sonuçta ağır bir işçi. Bir de örgütsüzse yorgun ve mutsuzdur. Çalışan kadın örgütü sendikaya kayıtlı değil aktif üye olursa, yönetim organlarında yer alırsa, sendikası ile bütünleşirse vardiya sayıları azalır.
Türkiye’nin mücadeleci kadınlarına sesleniyorum:
Hangi konumda olursanız olun, hep birlikte toplumsal muhalefete önderlik edin, gelin bir seferberlik başlatalım. Kadına karşı şiddeti, ayrımcılığı, istismarı, örgütlenmenin önündeki engelleri bu topraklardan söküp atalım.
Çünkü biliyoruz ki bir kadın gittiğinde evin ışığı söner, yaşamın rengi gider, dostluk gider, insanlık gider, örgütlenme yok olur, gelecek gider. Bir kadın geldiğinde; yaşama renk gelir, aydınlık gelir, özgürlük gelir, değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Demokrasi yaşam biçimi olur.
Sendikalar erkek görünümlü örgütler olsa da iki konfederasyon başkanı kadının varlığı gelecek açısından oldukça umut vericidir. DİSK tarihinde ilk kez bir kadın Arzu Çerkezoğlu Genel Başkan seçildi. KESK Eş Başkanı ise Aysun Gezen.
İşçi ve kamu çalışanları sendikalarında kadın başkan ve yöneticilerin varlığından söz edebiliriz. TBMM’de olduğu gibi sendikalarda da kadınların koltuklarının işgal altında olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca işçi sendikaların üst örgütlerinde ve üye sendikaların tüzüklerinde kadın kotası henüz yer almıyor.
Kadına yönelik her türlü haksızlığa direnmeliyiz. Kadının emeğinin, bedeninin, kimliğinin sömürülmesinin kökünü kurutmak için örgütlerimizi; ikinci adresimiz seçmeliyiz. Yoksa ‘Sendikasız Kadınlar/ Kadınsız Sendikalar’ diye daha çok kitaplar yazılır.
Kadın ve sendikal mücadele yaşamsaldır. Sendikalı olursak, istihdam politikaları yapılırken; kadınlar sessiz yedekler olarak adlandırılamaz, işe en son alınan, en önce çıkarılan, anneliği cezalandırılan, dört vardiyalı emekçiler olmazlar. Unutmayalım örgütlü olmak mutluluktur.
Sendikal yaşama bir ömür adayan biri olarak diyorum ki; bir kelebek kadar ömrüm olsa örgütlü yapılarda tüketirim!
Bir yaşam adadığım sendikacılığımı aktif olarak noktalasam da bir sendikacı olarak; yaşadığım sürece en yakın izleyicileri olacak, çağrı aldığım konferanslara gidecek ve yazılarımla bu dünyanın içinde olduğumu göstereceğim.
Türkiye’deki sendikaların Avrupa’da dahil olabileceği ağlar var mı?
Türkiye’deki sendikalar, 1932 yılında ILO – Uluslararası Çalışma Örgütü’ne üye olduktan sonra Avrupa’daki sendikal ağların içinde uğraşını sürdürüyor. Her iş kolunda örgütlü sendika Avrupa’daki aynı işkolundaki sendikanın ve üst örgütün üyesidir. Uluslararası toplantı ve kongrelere üyesi olduğu konfederasyonun genel kuruluna delege olarak katılıp hem seçiyor hem de seçiliyor. Örneğin BASİSEN olarak üyesi olduğumuz Global Union’a (UNI) belirlenen ödentiyi ödüyoruz. Sendikamız UNI ailesinin dünyadaki üye sendikalarından biridir. Genel Başkanımız UNI icra kurulu üyesidir. Dünyanın hangi ülkesinde toplantıya karar verilmişse delegasyon olarak her sendika katılır ve iş kolunun sorunlarını tartışır. Gelecek için yol haritası çizer. Eylem kararları alınır, dayanışma gösterilir. Sendikaların, kadınların, genç işçilerin örgütlenmeleri her defasında gözden geçirilir. Uzun süren grevlerle dayanışma gösterilir.
Türkiye işçi ve kamu çalışanları örgütleri Avrupa ailesinin içinde konfederasyonların üyesi olarak Avrupa ağlarına istediği an ulaşabilir. Örneğin iki ISCOS projesine sendikacı olarak katıldım. ISCOS-CISL seminerinde AB Sosyal Komitesi’nin organize ettiği Ulusal Uyum Komisyonu Koordinatörü Yücel Top’un yürütücülüğünde yapılan projeye hem katılımcı hem de konuşmacı olarak katıldım. Avrupa’dan kadın sendikacılar konuşmacı olarak geldiler. İki etkinlik de kadın çalışanlara yönelikti. Oldukça verimli sonuçlarına tanık oldum. Kadınların sendikal dünyaya ilgi duymasına, sorunların benzerlikler taşımasına, birlikte çözüm üretilmesine, en önemlisi de kadınların bu eğitim sonrası sendikacı olma istekleri ve aday olmalarına eğitimler katkı sağladı.
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı’nın yeni döneminde sendikalara öncelik tanıması hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı’nın yeni dönemde sendikalara öncelik tanıması son derece umut vericidir. Sendikal örgütler ülkemizde kurumsal kimlikleri oturmuş, güçlü örgütlenmelerdir. Sendikalar değişimin ve dönüşümün dinamikleri olmak mücadelesinde yol almak istiyorsa, Avrupa ile var olan örgütlü birlikteliğini güncellemeli, sorunların çözümünde birlikte yol almalı, dayanışma içinde olmalıdır. Avrupa sendikal hareketi de yeni küresel dünya karşısında büyük sorunlar yaşıyor. Sorunlar örgütlü yapılarla çözülür. Sendikal dünyayı öncelemeniz gelecek açısında umut olabilir. Geleceğin umut örgütleri sivil toplum örgütleridir.
#SivilPortreler DİSK Emekli-Sen’i yakından tanıyoruz
Tüm Emekliler Sendikası (DİSK Emekli-Sen), #SivilDüşün desteğiyle şube ve temsilcilik yönetimlerine yönelik emeklilik sorunları, sendikal hareketin genel sıkıntıları, sağlık ve sosyal güvenlikte yaşanan dönüşüm gibi konuları içeren farkındalık eğitimleri düzenledi.
DİSK Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen, farkındalık eğitimleri, Sivil Düşün ve aktivizm üzerine sorularımızı yanıtladı.
Farkındalık eğitimleri sonrasında neler yapmayı planlıyorsunuz?
Bundan sonraki hedefimiz yaş itibariyle sağlık problemleri artmış olan sendikamız üyesi emeklilerin, yaşlılık hastalıklarından korunma ve sağlıklı yaşlanma konularında bilgilenmelerini sağlamaktır.
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı hakkındaki düşünceleriniz neler?
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı’nın destekleri aracılığıyla, hak temelli devlet dışı örgütlenmelerin engellendiği Türkiye gibi ülkelerde bu tür örgütlenmelerin yaşamasına katkı sunmasını oldukça önemli buluyoruz.
Sloganımızı belki biliyorsunuzdur, “Her şey bir sivil düşle başladı.” Sizin sivil düşünüz ne?
Sivil düşümüz, tüm toplumsal katman ve farklılıkların kendilerini ifade ettikleri, hak temelli örgütlenmeler bünyesinde örgütlü oldukları eksiksiz bir demokrasinin yaşama geçirilmesidir.
Aktivizm denince aklınıza ne geliyor?
Aktivizmi, tek düze monoton bir hayatı reddetmek ve yaşama dair kararlarda söz sahibi olmak için çalışmak olarak görüyoruz.
Türkiye’de hak temelli çalışmaların ve aktivizmin şu anda bulunduğu durum ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, hak temelli çalışmaların geç başladığı ve henüz yeterli düzeye ulaşmadığı bir ülke olmasının yanı sıra sivil örgütlenme gibi görünen yapılanmalarla, yönetimde bulunan iktidarın siyasi düşüncesine göre kendini iktidarının dediklerini yapmakla mükellef gören ve ikbalini iktidara bağlamış olup, iktidarlar tarafından kollanarak, bu hakkın kullanımını etkisizleştirmektedir.
Fotoğraf Kaynağı: http://www.habergazetesi.com.tr/haber/5112403/emeklisen-samsuna-yeni-baskan
İnsan Hakları Okulu’nu yakından tanıyoruz / #HakÇetelesi
#HakÇetelesi kampanyası için sivil toplum örgütlerinin çalışmalarını yakından tanımaya devam ediyoruz. Bu hafta, hem akademi hem de sivil toplum alanındaki deneyimiyle yeni bir proje oluşturan İnsan Hakları Okulu (İHO) ile konuştuk. İnsan Hakları Okulu’ndan Elçin Aktoprak, İHO’nun Şubat 2019’da başlayacak ilk dönemiyle ilgili detayları ve #HakÇetelesi tanımlarını Sivil Düşün ile paylaştı. İnsan hakları alanında güncel yayınlara, İHO’nun nasıl ortaya çıktığına ve atölyeleriyle ilgili ayrıntılara göz atabileceğiniz röportajı aşağıda bulabilirsiniz:
İnsan Hakları Okulu (İHO) nedir, kimlerin fikir ve girişimleriyle ortaya çıktı?
İHO, AB Türkiye Delegasyonu Demokrasi ve İnsan Hakları Aracı tarafından fonlanan bir projenin en temel ayağı. Temelde uzaktan eğitim kullanılarak yürütülecek ücretsiz insan hakları atölyeleri diyebiliriz. Tamamen gönüllülük esaslı, gelişen teknik olanakları kullanan, herhangi bir kredi veya diploma söz konusu olmayan, katılımcıların meraklarına ve kendi öz öğrenme disiplinlerine dayanan farklı bir akademik alandan bahsediyoruz.
Ortaya çıkışının da iki temel dinamiği var. İlki, SBF İnsan Hakları Merkezi’nin fiilen kapatılması, ikincisi de hem bu merkezde hem de Ankara Üniversitesi İnsan Hakları Yüksek Lisans programında çalışmalarını yürüten akademisyenlerin çok önemli bir kısmının BAK imzacı olmaları nedeniyle ihraç edilmeleri. Dolayısıyla birbiriyle iç içe geçmiş bu iki akademik alanda birlikte çalışan akademisyenlerin ihraçlarının ardından ihraç edilmeyen birkaç meslektaşlarıyla birlikte “ne yapabiliriz” tartışmasından doğan bir girişim. Fakat atölye yürütücüleri sadece bu çekirdek kadrodan gelmiyorlar. Uzun dönemdir hak savunuculuğu alanında emek sarf eden insan hakları savunucuları ve farklı üniversitelerden ihraç insan hakları üzerine çalışan akademisyenler de yine kendi alanlarında atölyeler yürütecekler.
İHO atölye dönemi ne zaman başlıyor, okula kimler kayıt olabilecek?
İHO internet alanında alternatif bir alan olarak Şubat 2019’dan itibaren faaliyete geçecek. Her sene 6 haftalık dört dönem üzerinden farklı atölyeler katılımcılara açılacak. Ocak ayından itibaren başvuru çağrısına çıkacağız. Temelde lisans mezunu ve/veya lisans mezunu olmasa da STÖ’lerde gönüllü ve profesyonel çalışan katılımcılar kayıt olabilecekler ama pilot program uygulamamız bitince yeni kriterler eklemek de mümkün. Tüm bu ayrıntılar Ocak 2019’da web sitemizden duyurulacak.
Geçmişte İHO’ya benzer girişimler oldu mu, böyle bir araştırmanız var mı?
Aslında uluslararası alanda uzaktan eğitim modelleri son derece gelişmiş bir şekilde devam ediyor ve Türkiye’de de elbette Anadolu Üniversitesi’nin açık öğretim sistemi en gelişmiş ve deneyimli model; ama İHO’nun bu tarz bir açık öğretim sistemi olmadığının altını çizmek gerekir. İHO üniversite veya benzeri bir eğitim alanı değil, yetişkinlerin kendi arzularıyla kendilerini geliştirebilecekleri, kendi zamanlamalarını kendilerinin yapabilecekleri ve öğrenme süreçlerini asıl olarak kendilerinin planlayacakları serbest bir öğrenim alanı. Atölye yürütücüleri katılımcılar için aslında bir konuda kendilerini geliştirmelerini sağlayacak kolaylaştırıcılar. Bu tarz modeller özellikle Türkiye’de yeni gelişiyor ve keşfediliyor. Uluslararası alanda HREA (The global human rights education and training centre) İHO için önemli bir ilham kaynağı ve yine EDX ve Udemy gibi alanlar da özellikle teknik açıdan takip ettiğimiz alanlar.
İHO’nun kayıtlı katılımcılarıyla paylaşımları dışında internet üzerinden ulaşılabilecek eğitici/bilgilendirici içerikleri olacak mı?
Evet. Üç ayda bir çalışma metinleri başlığı altında insan hakları alanında yazılan bir makale/yorum/raporu yayınlayacağız. Türkiye’de akademik özgürlük ve insan hakları çalışmaları alanındaki gelişme ve ihlalleri takip edeceğiz. Ayrıca yaz okulu planlarımız var.
#HakÇetelesi kampanyası için sizden, sivil toplumda sıkça kullanılan kavramlarla ilgili tanımlarınızı Sivil Düşün ile paylaşmanızı rica ediyoruz. Aşağıdaki kavramları bize kısaca açıklar mısınız?
- Hak temelli yaklaşım: Hak temelli yaklaşım kavramı hakların korunmasına ilişkin yaklaşımı karşıt anlamlı olan ihtiyaç veya yardım temelli yaklaşımdan ayırmak için kullanılmaktadır. İkinci yaklaşımda hakkı eksik olana bir iyilik yapılmakta, hayırda bulunulmaktadır. Bu nedenle, burada asıl süje yardımı yapan kişidir. Oysa hak temelli yaklaşımda, insana ahlaki bir süje olarak yaklaşılır ve asıl süje hak sahibidir. Bu ikinci durumda, hakkı ihlal edilene yönelik çalışmanın kaynağı bu kişinin hak sahibi olması bu hakkın da başta devlet olmak üzere diğer süjelere ödev yüklemesidir. Bunun sonucu olarak hak sahibine yönelik davranışında devlet ve diğer süjeler bir “iyilik” yapmamakta, yapmakta oldukları bir ahlaki ödevi yerine getirmektedir. İnsan hakları örgütleri hak temelli yaklaşımı benimsedikleri için hayır kurumları değildir, hak mücadelesi verirler.
- Savunuculuk: Hak savunuculuğu, başkasının haklarını savunmak ile tanımlanabilir. Başkalarının haklarını savunmanın çok çeşitli araçları vardır. Hak savunucusu, hukuksal ve siyasal araçlardan eğitime, kapasite geliştirmeye kadar çok çeşitli araçları kullanır.
- Aktif vatandaşlık: Kişinin vatandaşı olduğu devletle ilişkisinde devlete karşı sadece ödev ve sorumluluklarla yüklü olduğu pasif bir rol yerine, aslında kendisinin inşa ettiği devlete ödev ve sorumluluklarını hatırlatan, temel haklar üzerinden siyasette, toplumsal alanda ve ekonomide aktif rol alan vatandaşlık.
Bizimle, sivil toplum temsilcileri ve aktivistler için 10 yayından oluşan bir “İnsan hakları okumaları” listesi paylaşabilir misiniz? (Tercihen Türkçe)
Johan Galtung, Bir Başka Açıdan İnsan Hakları, çev. Müge Sözen, İstanbul, Metis
Yayınları, 1999.
Hakikat ve İnsan Hakları, Özkan Agtaş ve Bişeng Özdinç (der.), Ankara, Dipnot, 2012.
Costas Douzinas, İnsan Hakları ve İmparatorluk, çev. Kasım Akbaş ve Rabia Sağlam, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017.
Costas Douzinas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları, çev. Kasım Akbaş ve Rabia Sağlam, İstanbul, Nota Bene Yayınları, 2015.
Samuel Moyn, Son Ütopya: Tarihte İnsan Hakları, çev. Firdevs Ev, İstanbul, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017
Ronald Dworkin, Hakları Ciddiye Almak, çev. Ahmet Ulvi Türkbağ, Dost Kitabevi Yayınları.
Bülent Tanör, Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, BDS Yayınları, 1994.
Frederick Schauer, İfade Özgürlüğü: Felsefi Bir İnceleme, çev. M. Bahattin Seçilmişoğlu, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2002.
İbrahim Ö. Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, İmge Kitabevi, Ankara, 2013.
İnsan Hakları Okulu atölye yürütücülerini yakından tanımak için tıklayınız.
Cultheater ile kültürel hakları ve yeni projelerini konuştuk
Cultheater- Kültür ve Tiyatro Araştırmaları Derneği, 2017 yılından beri kültür-sanat alanında hak temelli yaklaşımla çalışmalar yürütüyor, performans sanatlarının sivil alana katkılarını araştırıyor ve çeşitli eğitim programları dizayn ediyor. Geçtiğimiz yıl ‘Gençlerin Kültürel Alana Erişimi’ kapsamındaki çalışmalarıyla Sivil Düşün’den Hareketlilik ve Ağ Oluşturma desteği alan derneğin bu yıl Almanya- Hamburg’da gerçekleştirdikleri projeden ve diğer faaliyetlerinden konuştuk. Dernek adına Dila Okuş ile yaptığımız #SivilPortreler röportajını aşağıda bulabilirsiniz:
1- Cultheater – Kültür ve Tiyatro Araştırmaları Derneği & MUT Theater iş birliğinde gerçekleşen ‘Cultural Education Through Theater’ isimli projeyi kısaca anlatabilir misiniz?
“Cultural Education Through Theater” projesi 2018 Ekim ayında Almanya’nın Hamburg şehrinde gerçekleşti. Proje kapsamında Almanya, Mut Theater öğrencileri ile Cultheater gönüllüleri ve tiyatro eğitimi alan gençler bir araya gelerek bir hafta boyunca tiyatro çalışmasını merkeze alan bir kültürel eğitim programının neleri kapsayabileceği üzerine tartıştılar, deneyimli tiyatro uygulayıcıları rehberliğinde eğitim modülleri geliştirdiler. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü’nden Prof. Dr. Kerem Karaboğa ve Dr. Nilgün Firidinoğlu projenin danışmanlığını üstlendiler.
2- Projenin kısa vadede somut çıktıları oldu mu?
Proje katılımcılarının bir hafta boyunca gerçekleştirdikleri çalışmaları ve yürüttükleri tartışmaları detaylı bir şekilde anlatan bir rapor hazırlandı. Rapora çok kısa bir süre içinde www.cultheater.com adresinden ulaşılabilecek. Raporun yanı sıra yapılan çalışmaların katılımcılar üzerinde yarattığı etkiyi anlatan kısa bir film hazırladık. Bu filme de derneğin internet sitesi ve sosyal medya hesaplarından ulaşabilirsiniz.
3- Proje gelecekteki faaliyetlerinizle ilgili planlamanızı nasıl etkiledi?
Bu proje, kültürel eğitim alanında yürütmeyi planladığımız çalışmaların ilk aşamasını oluşturdu. Proje ortağımız ile bu projeyi yeni katılımcılarla ve içeriğini geliştirerek 2019 bahar aylarında tekrarlamak gibi bir isteğimiz var. Ayrıca Hamburg’da gerçekleşen bu projenin Türkiye katılımcıları ile, edindikleri birikimi geliştirebilecekleri yerel atölyeler düzenlemek istiyoruz. Bu atölyelerin hedefi, katılımcıların Türkiye’nin çeşitli illerinde tiyatro alanında çalışan gençler ile buluşmaları ve üzerine çalışmaya başladıkları kültürel eğitim modülünü geliştirmeleri olacak.
4- Geçtiğimiz yıl Sivil Düşün desteğiyle Berlin ve Hamburg şehirlerine ‘Gençlerin Kültürel Alana Erişimi’ konulu bir çalışma ziyareti düzenlemiştiniz. Çalışmayı kısaca anlatabilir misiniz?
Cultheater olarak kültür-sanat faaliyetlerine erişimin hak temelli bir yaklaşım ile ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Bu anlamda Türkiye’deki modeller oldukça sınırlı. Bu sebeple 2018 Mart ayında Almanya’nın Hamburg ve Berlin şehirlerine bir çalışma ziyareti düzenledik ve kurumlar ile kültür-sanat faaliyetlerini yürütürken bu çalışmalarını hangi ilkelere, önceliklere göre düzenlediklerini ve organizasyona dair hangi somut yöntemleri izlediklerini konuşma fırsatı bulduk. Son derece ilham verici modellerle karşılaştık ve kendi çalışmalarımızın organizasyonlarında öğrendiğimiz yeni yöntemler ışığında güncellemelere gittik.
5- Sivil Düşün desteğinin ‘Cultural Education Through Theater’ projesine ve diğer çalışmalarınıza katkısını kısaca açıklayabilir misiniz?
Gençlerin Kültürel Alana Erişimi’ çalışma ziyareti Sivil Düşün desteği ile gerçekleşti. “Cultural Education Through Theater” projesini gerçekleştirdiğimiz proje ortağımız Mut Theater ile bu ziyaret sırasında tanıştık. Yaptığımız ziyaretin ardından yaz döneminde birlikte çalıştık ve Ekim ayında bu projeyi gerçekleştirdik. Bu tür projeleri gerçekleştirmek için ortak kurum ile yüz yüze tanışmak, birbirinizin beklentisini, çalışma alanı önceliklerini, hedef grupları tanımak açısından son derece önemli oluyor. Eğer Sivil Düşün bize bu desteği vermeseydi ve bu ziyareti yapmasaydık bu projeyi gerçekleştiremezdik.
6- Kültür ve Tiyatro Araştırmaları Derneği, bu çalışmaların dışında halihazırda ne tip faaliyetler yürütüyor?
Çalışmalarımızda Türkiye’de yaşayan gençler ile yurt dışındaki sanat pratikleri arasında bir köprü kurmayı merkeze alıyoruz. Uluslararası değişimler, sanat profesyoneli adaylarının yurt dışındaki pratikleri görmesi, kültürel alana hak temelli bir yaklaşımın oturtulması için son derece önemli. Geçtiğimiz sene Danimarka, Şili ve Hindistan’dan tiyatro, performans sanatları, beden çalışmaları alanında uzmanları Türkiye’ye davet ederek gençler ile buluşmalarını sağladık. Tiyatro profesyoneli adayı gençlerin yürüttükleri sanatsal faaliyete hak temelli bir yaklaşım geliştirmelerini teşvik ediyoruz. Bunun için geçtiğimiz sene İstanbul ve İzmir’de gençler ile çeşitli atölye faaliyetleri düzenledik. Son olarak tiyatro faaliyetinin uygulama aşamasının da uygulayıcılar için önemli bir öğrenme süreci olduğuna inanıyoruz. Bu anlamda dernek gönüllüleri sene boyunca tiyatro prodüksiyonları hazırlıyorlar ve bu süreçlerde de birlikte üretme imkanlarını keşfetme, üretim alanının sınırlarını genişletme imkânı buluyorlar. Gerçekleşen atölyeler ile ilgili detaylı bilgiye web sitemizden ulaşabilirsiniz.
7- Türkiye’de kültür ve sanat alanında hak temelli çalışmaların yaygınlaşması için önerilerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Cultheater olarak yaptığımız her çalışmada kültürel alana erişimin bir lüks değil, temel bir hak olduğu vurgusu ile yola çıkıyoruz. Kültür-sanat alanı bir şekilde hak temelli faaliyetler içinde hep arka planda kalıyor. Bunu sanat alanında yapılacak çalışmalara verilen desteklerin yüzde olarak azlığından anlayabiliriz. Bu konuda yapılması gereken ilk şey kültürel alana yaklaşımın değiştirilmesi. Bunun için de yapılan çalışmaların yarattığı etkinin görünür kılınması çok önemli. Kültür ve sanat alanında çalışan kurumlara düşen görev bu. Ayrıca çalışmaların niceliksel etki alanının yanında, niteliksel olarak güçlü kurgulanması yaratılan etki anlamında çok önemli. Kültür ve sanat alanında çalışma yaparken mutlaka uzmanlar ile birlikte çalışmak gerekiyor.
8- Son olarak, aktivizm tanımınızı alabilir miyiz?
#BenceAktivizm kişilerin, çalıştıkları alanı toplumsal fayda sağlama perspektifi ile ele almaları ve etraflarındaki insanların da bu yaklaşımı benimsemeleri için çalışma yürütmeleridir.
Çölyak Derneği ile çalışmalarını konuştuk
Sivil Düşün’den Örgütlenme Desteği alarak ‘Çölyaklılar Eğitimde’ çalışmasını gerçekleştiren Manisa Çölyak ve Organik Beslenme Derneği ile faaliyetleri ve önümüzdeki dönem planlanan çalışmaları üzerine konuştuk.
“Çölyaklılar Eğitimde” çalışması kapsamında gerçekleştirdiğiniz eğitimi nasıl gerçekleşti? Eğitimi ağ oluşturma ve uzman desteği yönünden değerlendirebilir misiniz?
Manisa’daki çölyaklıların hayatlarını kolaylaştırmanın yanında misyon edindiğimiz ikinci konu Türkiye’deki çölyaklıların hayatlarının kolaylaştırılması çalışmaları. Bu ikinci konu için tek başına hareket etmenin yeterli olmadığı konusunda Dernek üyelerimizle karar verdik, ne yapabilirizi tartıştık. Biz dernek olarak kurumsallaşma hedefimize projeler ile adım atmayı planlamıştık. Sivil Düşün AB Programı’na ortak hareket edebilme, iş birliği, ağ kurma için açık olan örgütlenme desteğine başvuru yaptık. Türkiye’deki çölyak derneklerini Manisa’da Savunuculuk Eğitimi ile bir araya getirerek örgütlenmeyi sağlamayı, ortak hareket edebilme kabiliyetini artırmayı, iş birliği sayesinde yapılacak çalışmalarda karar vericileri etkilemeyi amaçladık.
Sivil Düşün’e kanun değişikliği hedefimiz için yapmış olduğumuz başvuru ‘Çölyaklılar Eğitimde’ çalışmamız kabul edildi. Çalışma kapsamında Türkiye’de kurulmuş olan 23 çölyak derneğinin yönetim kurulu başkanının, Manisa’da savunuculuk eğitimi alması planlandı. Proje sayesinde 20 dernek başkanı Manisa’ya gelerek 3 gün boyunca savunuculuk eğitimi ile hem birbirimiz tanımış olduk hem tecrübelerimiz aktardık. Bundan sonra ortak amacımız olan çölyak konusunda ortak hareket etme kararı aldık. Projemizin en büyük şansı eğitimi, Sivil Düşün tarafından sağlanan destekle, konunun uzmanından almak oldu. Eğitmenimiz, bizlere 3 gün boyunca nasıl birlik olunur, ortak karar alınır, iletişim sağlanır, kurumsallaşma geliştirilir konularında bilgilendirdi ve çalışma sonunda karar vericilere kabul ettirmek üzere iki konuda ortak karar almamızı sağladı. Bunlardan birisi kanun değişikliği çalışmaları, diğeri ise Türkiye’nin 7 yerinde glutensiz ekmek üreten fırınların kurulması oldu.
Örgütlenme çalışmalarınız sonucunda çölyak farkındalığına ilişkin sivil alandaki gelişmeleri anlatabilir misiniz?
Çalışmalarımızın sonucunda, karar vericilerle görüşmeler yapılması sağlandı ve çölyaklıların hayatlarının kolaylaşması için kanun tarafından korunması gerektiğinin farkındalığının artırılması tüm derneklerde oluştu. Aldığımız savunuculuk eğitimi ile bu sonuca ancak karar vericileri etkileyerek, kanun yapıcılar ile ortak çalışma yaparak, ortak hareket ederek ulaşabileceğimizi öğrenmiş olduk. Esasında çölyak derneklerinin yaptıkları sivil toplum örgütlerinin aynı amaç doğrultusunda beraber hareket ettiğinde olumlu sonuç alma olasılığının yüksek olacağını kanıtladı. Demokrasinin temeli olan sivil toplum örgütlerinin karar mekanizmalarına katılımının bir örneğini gerçekleştirmiş oldu. Bir yıl içerisinde yapılan çalışmalar sayesinde, Türkiye’deki çölyak dernek sayısı 35’e çıkmasının, sivil alanda örgütlenmenin öneminin göstergesi düşünüyoruz. Ayrıca savunuculuk eğitimi ile Türkiye’de çölyak birlikteliği başlamış oldu. Bunun sonucu TBMM’de çölyak dernekleri olarak yapmış olduğumuz lobicilik çalışması ile Çölyak Araştırma Komisyonu kurulması sağlandı. Türkiye’nin gündemine TBMM’deki çalışmalar ile çölyak girmiş oldu. Şu an hemen her gün çölyak ve glutensiz beslenme ile ilgili haberler, köşe yazıları, sağlık alanında açıklamalar oluyor.
Bu farkındalığın getirdiği en güzel gelişme glutensiz ürün çeşitliliğinin artması, kurumsal firmaların glutensiz ürün çıkarması oldu. Ayrıca çölyak tanısı konulabilen kişi oranı artmaya başladı.
Çalışmanız sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi- TBMM’ye yönelik lobi çalışması sürdürdünüz. Bu çalışmanın sürecini ve sonuçlarını bizimle paylaşmanız mümkün mü?
Türkiye’de çölyak ile yapılan çalışmalar genelde yerel ölçekte yapılmış oldukları için kamuoyu oluşturma ile sınırlıydı. Derneğimizin yapmış olduğu eğitim projesi ile bu süreç Manisa, Şanlıurfa, Tekirdağ, İzmir, Uşak, Van, Elazığ, Muş, Gaziantep, Çorum, İstanbul, Antalya, Adana, Mersin, Kocaeli, Balıkesir, Kahramanmaraş, Bursa, Ankara, Trabzon, Sakarya, Malatya, Osmaniye illerindeki çölyak derneklerinin bir araya gelmesi ile devam etti. Konunun uzmanından savunuculuk eğitimi alınması ile kanun değişikliği konusunda yol alınması sağladı.
Savunuculuk eğitimi, Türkiye’de çölyaklıların harici kişilere bilgilendirme ve farkındalık oluşturmaya da fayda sağlamıştır. TBMM’de kanun değişikliğine gidilebilmesi için ortak hareket edebilmenin önemini anlamak savunuculuk eğitimi sayesinde oldu. Birlikten güç doğar kelimesi aslında tam anlamı ile bunu göstermektedir.
Manisa’daki eğitimde lobicilik çalışması ile ilgili görev dağılımı yaptık. Eğitimdeki her dernek görevli olduğu konu üzerinde çalışma yaparak, Mart 2017 tarihinde Antalya’da tekrar bir araya geldi. Yaptığımız çalışmaların değerlendirilmesinin yanında glutensiz üretim yapan firmaların da katılımı ile çalıştaya dönüşen bu çalışmada artık daha kararlı bir şekilde kanun değişikliğine gitmeye karar verdik.
03 Mayıs 2017 tarihinde Türkiye’deki çölyak derneklerini temsilen 6 dernek olarak TBMM’ye gittik. Meclisteki kanun yapıcıları olan milletvekilleri ve grubu bulunan dört siyasi parti temsilcisini ziyaret ederek çölyaklıların hayatlarının zorluklarını anlattık ve bu konuda kanun değişikliği çalışmamıza destek istedik. Tüm siyasi parti temsilcilerinden destek sözü alarak ayrıldık.
04 Mayıs 2017 tarihinde TBMM’de genel kurulunda çölyak araştırma komisyonu kurulması için önerge verildi ve kabul edilmesi sağlandı. Kısaca Türkiye’de bir ilk gerçekleşti. Dört siyasi partinin ortak kararı ile Çölyak Araştırma Komisyonu kuruldu.
Aslında çölyak dernekleri olarak yapmış olduğumuz bu çalışma tüm Sivil Toplum Örgütlerine örnek olabilecek nitelikte. TBMM içinde grubu bulunan 4 partinin siyasi kimliklerini bırakıp ülke halkının yaşadığı sorunlar konusunda ortak bir masa etrafında toplanabileceğini gördük.
Komisyon toplantılarına en az 2 dernek temsilcisine söz verilerek dinlenmesi ve kayıt altına alınması sağlandı. Bu sayede kanun yapıcılar ile ortak çalışma ortamı oluşmuş oldu.
Manisa Çölyak Derneği bu çalışmaların dışında halihazırda ne tip faaliyetler yürütüyor?
Uzun vadede hedefimiz Türkiye’de çölyak hastalığının bilinmesi ve glutensiz ürünlerin her yerde bulunabilir ve ucuz olmasını sağlayacak kanun değişikliğinin yapılması.
Çölyak Derneği olarak bu yıl bir kuluçka merkezi planlıyoruz. Bu kuluçka merkezi, 25 kişilik derslikten oluşan pratik ve teorik eğitimlerin yapılabileceği eğitim atölyesi, 15 kişinin aynı anda yemek yapabildiği mutfak atölyesi şeklinde iki atölyeden oluşacak. Kuluçka merkezindeki eğitimler sivil toplum örgütlerine ücretsiz olarak verilecek.
Kanun değişikliği ile ilgili TBMM ve Bakanlıklar ile görüşmelere de devam edeceğiz.
Son olarak sizin aktivizm tanımınızı alabilir miyiz?
#BenceAktivizm bireyin kendisi için bir şey istememesidir.